21 Aralık 2014 Pazar

Kesişir Hayatlar #2

Kanadalı bir genç, efsane 1996 Draft'ı sonucunda Phoenix Suns tarafından ilk turda 16. sıradan seçildi... Santa Clara kolej takımında istatistik olarak zirvedeydi... İki sene boyunca mor formayı giydi... 1998 Draft'ında Milwaukee Bucks'tan draft hakkını satın alan Dallas Mavericks, Alman bir şutörü takımına katıyordu... Aynı zamanda, iki sene önce Suns tarafından draft edilen Kanadalı genci de kadrosuna katarak elini iyice güçlendiriyordu Mavericks...

Mavi Beyaz formayı 1998 yılında giydi Steve Nash ve Dirk Nowitzki... İlk başta bu iki genç ile Mavericks istediğini elde edemese de 2001 yılında ilk kez bu takım ile Playoff'a kalmayı başardılar... Konferans yarıfinalinde San Antonio Spurs'e boyun eğmek zorunda kaldılar... Ancak böyle devam etmeyecektir...

Bir sonraki sene de Playoff'a kalmayı başarır Mavericks... İlk turda Minnesota Timberwolves'u 3-0 gibi bir seri ile geçseler de yine konferans yarıfinalinde bu kez Sacramento Kings'e boyun eğmek zorunda kalırlar... Sezon sonunda Nash-Nowitzki ikilisi All-Star kadrosuna davet edilir...

2003 yılında müthiş bir sezon geçirip tekrar, üst üste 3. kez Playoff'a kalırlar... İlk turda 3-0'a getirdikleri Blazers serisi bir anda zora girer ve 3-3 olur... Son maçta aşırı heyecanlı geçen mücadelede son dakikalarda Nash-Nowitzki işbirliği ile gelen son 9 sayı maçın sonucunu belirler: 95-107...
Sonraki maçta ise bir sene önce yine aynı seride karşılaştıkları Sacramento Kings ile eşleşirler... Serinin üçüncü oyununda, son saniyelere 2 sayı üstünlükle giren Kings, son hücumda Nash'in pasında topu zorla çembere sokan Van Exel'i durduramaz ve maç 123-123'lük bir skor ile Overtime'a gider... Steve Nash'in olağanüstü oyunu ile sürekli öne geçen ancak farkı açmayı başaramayan Mavericks karşısında Kings Peja Stojakovic'in sayıları ile maça tutunur... Maç ikinci kez Overtime'a giderken, bu kez Nash-Nowitzki işbirliği ile maç Mavericks'e işlemeye başlar... İkinci Overtime süresinin dolmasına 1 dakika kala, Nash'in asistinde Walt Williams'ın potaya yolladığı üçlük ile fark 5'e çıkar... İşte tam bu farkı korurken, kendi pota altından top çıkaracaktır Mavericks... Tam bu anda Nowitzki - Nash anlaşmazlığı, maça mal olabilecek bir hataya sebebiyet verir ve top Nash'in yanından saha dışına çıkar... Neyse ki Stojakovic'in attığı 2 şut girmeyince, reboundlardan aldıkları serbest atışları sayıya çeviren Mavericks bu oyunu 141-137 kazanır... Sonraki oyunlarda da kendi sahasında kaybetmeyen Mavericks seriyi 4-3 ile kazanıp konferans finaline çıkar...
Burada da 2001 yılının konferans yarıfinalinde eşleştikleri San Antonio Spurs yine karşılarına çıktı... Seride istediğini sergileyemen Mavericks, kendi evinde oynadığı tüm maçları kaybederek 6. oyunda 4-2'lik bir seri sonucu ile Playoff'a veda eder... Bu muhteşem seri sonucunda Nash-Nowitzki ikilisi, ikinci kez All-Star kadrosuna çağırılır...

*
*
*

Zorlu bir sezonun ardından yine Playoff zamanları geldi... 2004 sezonunda dördüncü kez üst üste Playoff tecrübesi yaşayan Mavericks, bu kez de ilk turda Sacramento Kings ile eşleşti... Ancak bu kez saha avantajını çok iyi değerlendiren Kings, seriyi daha ilk dört oyun sonucunda, 3-1 yapmayı başarmıştı... Son oyunda, Nowitzki'nin 31 sayı, 14 reboundu ve Nash'in 24 sayı ve 14 asistine rağmen seriye tutunamayan Mavericks ilk turun 5. maçında Playoff'lara veda etmek zorunda kaldı... Sezon sonunda Nowitzki üst üste üçüncü kez All-Star kadrosuna davet ediliyor ancak bu sefer Nash kadroda yer bulamıyordu...

Sene sonunda ikilinin yolları ayrıldı ve Nash, başladığı yere, Phoenix'e dönüyordu... Playoff'a girilirken, Nash'in Phoenix'i ilk tura çok iyi başlayarak Memphis Grizzliez'i 4-0 gibi net bir seri ile geçti... Seride Nash toplamda 45 asist yaparak takımını sırtlıyordu... Nowitzki'nin Dallas'ı ise zorlu Houston Rockets serisinde 2-0 geriye düşmesine rağmen seriyi 4-3 kazanmayı başarıyordu... Nowitzki seride maç başına 24 sayı ve 10 rebound ile oynuyordu...
Konferans yarı finalinde ise eski dostlar karşı karşıya geliyordu... Suns serinin ilk maçında, Dallas'ı ağırlayacaktı... İlk oyunda Stoudemire'ın 40 sayısına, Nowitzki olağanüstü çabası ile cevap vermeye çalışsa da iyi başlayan Phoenix oldu... Nash'in asist sayısı formasında yazılıydı... İkinci oyunda ise, Nash yine 13 asist ile Stoudemire'ı beslese de yeterli olmadı, seri 1-1'e eşitlendi... Üçüncü oyunu Dallas'ta kazanan Phoenix Suns, durumu 2-1'e getirdi... Ancak dördüncü oyunda, Dallas'ta 48 sayı 5 asist yapan Nash takımına yeterli olamıyor ve Dallas tekrar seriyi eşitliyordu... 5. ve 6. oyunlarda takımını tamamen sırtlayan Nash, 5. oyunda 34 sayı 12 asist, 6. oyunda 39 sayı 12 asist yaparak adeta seriyi Phoenix'e çevirdi... Bunlara karşılık Nowitzki'nin 34 ve 23 sayı attığı oyunlar Dallas'a yetmiyordu... Konferans finalinde formda Spurs ile eşleşti Suns... Steve Nash takımın asist yükünü çekse de güçlü Spurs karşısında varlığını ortaya koyamayan Suns seriye 4-1 gibi ağır bir sonuçla veda etti... Ancak Playoff'lar sonunda Steve Nash MVP seçildi... Sezonda en çok asist ortalaması ile oynayan oyuncu oluyor ve toplam asistlerde de lider oluyordu... Sezon sonunda Nowitzki 4. kez All-Star'a davet edilirken, Playoff'larda harikalar yaratan Nash ise seçilmediği son sezonun ardından 3. kez All-Star kadrosunda yer buluyordu...

Takvimler 2006 sezonunu işaret ederken Suns ve Mavericks de, çok iyi seriler ile Playoff'a başladılar... Maç başına 10.2 asist ortalaması ile oynayan Nash ve 29 sayı ortalaması ile takımını taşıyan Nowitzki'nin ekipleri, konferans finalinde eşleşti bu kez... Stoudemire'ın yokluğunda son derece silik bir performans sergileyen Nash, seride Phoenix'in 4-2 kaybetmesine engel olamadı... Nowitzki seride maç başına 30 sayı ortalaması ile oynadı... Dördüncü oyunda gösterdiği 50 sayılık performans ile zirve yaptı... Sezon finalinde Shaq ve Wade'in Miami Heat'i ile eşleşen Nowitzki'li Mavericks, serilerde istenileni yapamayarak kaybederken, Nowitzki yüzüğü son anda elinden kaçırıyordu... Sezon sonunda Steve Nash yine sezon MVP'si seçiliyordu... Sezon boyunca en fazla asist yapan oyuncu ve maç başına ortalama en çok asist yapan oyuncu oluyordu... Sezon sonucunda Nash-Nowitzki ikilisi yine All-Star platformundaydı...

2008 yılına kadar All-Star kadrosuna seçilen ikilide Nash 6. kez All-Star olurken, Nowitzki ise üst üste 7. kez All-Star oluyordu... 2009 yılında Nowitzki kendisi adına 8. kez All-Star takımına layık görüldü...

2010 yılında ise Dallas ilk turda havlu atarken Phoenix Suns, Richardson-Nash-Stoudemire üçlüsü ile rakiplerini bir bir eleyerek konferans finaline kadar geliyordu... Konferans finalinde sezonun formda ekibi Los Angeles Lakers ile karşı karşıya gelen Phoenix Suns, 2-2 götürdüğü serinin 5. oyununda karşılaşmayı son saniyeye kadar taşıyordu... Ancak son saniyelerde Lakers'ın yandan çıkardığı topta, topu alan Bryant'ın kısa düşen üçlüğünü takip eden Ron Artest, o saniyede adeta seriyi bitiriyordu... Seriyi 4-2 Lakers kazandı ve finalde Celtics ile eşleşti...
Sezon sonunda Nowitzki üst üste 9. kez, Nash ise 7. kez All-Star oluyordu... Nash yine sezon biterken asist rekorlarını kimseye kaptırmıyor ve zirvede yer alıyordu...

2011 sezonunda ise Nash'in Suns'ı Playoff'ları göremezken, Dallas Mavericks Playoff'larda adeta tarih yazıyordu... Nowitzki'nin adeta sayıları ile lider olduğu maçlarda Mavericks, önce Portland'ı 4-2, sonra da Los Angeles Lakers'ı 4-0 gibi ezici bir sonuçla geçiyordu... Sonrasında Kevin Durant'ın Oklahoma City'sini de zorlanmadan 4-1 gibi bir seri ile geçtiler ve aynı 2006 Finali'nde olduğu gibi yine finalde Miami Heat ile karşı karşıya geliyordu Nowitzki'nin Mavericks'i... Serilerde müthiş bir sayı ortalaması ile oynayan Nowitzki, Rüya Takım olarak görülen Miami'yi 4-2'lik bir seri ile yenerek yüzüğe kavuşuyordu... Sezon sonucunda da MVP oluyordu...

*
*
*

Şimdilerde ise Steve Nash sakatlığı dolayısı ile basketbolu bırakmaya hazırlanırken, Nowitzki yepyeni takım arkadaşı Rajon Rondo ile birlikte yeni başarılara hazırlanıyor... Ancak bu ikili asla birbirinden kopmayacak gözüküyor... Takımda birbirini çok iyi tanıyan ve uyum sağlayan iki oyuncunun da başarıya katkısı çok büyük oluyor... Rakip olduklarında da en büyük fairplay örneği oluyorlar hiç kuşkusuz... Farklı takımlarda oynasalar da daima aynı takımın oyuncusu olacak Steve ve Dirk...


29 Kasım 2014 Cumartesi

Ben Wesley Sneijder

Şimdi burada, Galatasaray Sözlük'te karşılaştığım enfes bir yazıyı paylaşacağım... Yazarın ismi Marty.

merhaba ben wesley sneijder.

1984'te doğdum. 3 yaşında topla buluştum.hollanda milli takımının beyni, aynı zamanda kaptanıyım.5 sezonluk ajax kariyerimde 180 maçta 58 gol atıp, 44 asist yaptım.2007'de 27 milyon avroya raul'lu nistelrooy'lu, robbenl'li, higuain'li robinho'lu real madrid'e transfer oldum.madrid'deki ilk sezonumda 56 maçta 14 gol 14 asist yaptım ve şampiyon oldum.ikinci sezonumda hocam schuster'in ayrılmasıyla yerine gelen yerli hoca juande ramos'la anlaşamadık ve 22 maç oynayabildim.2009'da 15 milyon avroya eto'o, pandev, motta ve milito ile beraber mourinho'nun takımı inter'e transfer oldum.inter'de ilk sezonumda kupa, lig ve şampiyonlar ligi şampiyonu oldum: 




2010 fifa dünya kupası finalinde hollanda, ispanya'ya kaybetti. ikincilik madalyası aldım ama gol kralı olmuştum.fifa en iyi futbolcu ödülleri'nde otoriteler tarafından avrupa'nın en iyi ortasaha oyuncusu seçildim:



inter'deki ikinci yılımda sakatlıklarla boğuştum, ligde sadece 25 maç oynayabildim. buna rağmen toplam 49 maç 11 gol 15 asistle oynadım. italya'daki 3. yılımda işler iyi gitmedi 37 maçta 6 gol – 8 asistle oynadım, euro 2012'de sıfır çektik.2012–13 sezonu ilk yarısında 8 maç 2 gol 3 asistle oynadım. beşinci hafta sonrasında yönetim ve stramaccioni'nin kararıyla kadro dışı kaldım.devre arasında takımdan ayrılmak istediğimi belirttim. inter taraftarını seviyordum:





21 ocak 2013 tarihinde fatih terim'in dördüncü tercihi olarak istanbul'a geldim ve didier drogba'lı galatasaray ile 3.5 yıllık sözleşme imzaladım:






27 ocak'ta beşiktaş maçının 57. dakikasında galatasaray formasıyla ilk maçıma çıktım:





galatasaray ile şampiyonlar ligi'nde ilk golümü eski takımım real madrid'e attım. bu maçta uefa tarafından maçın adamı seçildim.2013 - 2014 sezonunda galatasaray ligde benim oynadığım hiçbir maçı kaybetmedi. fatih terim'in ayrılıp roberto mancini'nin gelmesiyle asıl mevkimde oynamaya başladım.11 aralık 2013 tarihindeki juventus maçı sanırım galatasaray'daki en başarılı anımdı. attığım golle şampiyonlar liginde ikinci tura yükselmiştik.


                                          

2014-15 sezonu öncesinde 2014 fifa dünya kupası'nda 3.lük yaşadım.yeni sezonda galatasaray'da prandelli ile çalıştım. efendi adam.ben wesley sneijder. 30 yaşındayım. bu benim kariyerimin özeti. 28 kasım 2014 itibariyle yönetim başarısızlığın faturasını prandelli'ye çıkartıp hamza hamzaoğlu diye birini getirdi takımın başına. yerli.google'a girdim kimdir nedir diye biraz araştırma yaptım ve kariyerinin benimki kadar etmediğini ve hakkımda ileri geri konuştuğunu gördüm.(malatyaspor,eyüpspor,denizlispor,akhisar belediyespor.akhisar'ı lige çıkarıp ligde tutmak. yılın antrenörü dalında milliyet spor ödülü adaylığı.)aklıma inter'deki son sezonum geldi. galatasaray taraftarını çok seviyorum.sadece geçmişimi, kariyerimi düşünerek bir değerlendirmede bulundum. bu adamı neden sikleyeyim?ben wesley sneijder.

9 Kasım 2014 Pazar

10 Kasım...

Gazim, 
Başöğretmenim, 
Paşam,
Başkomutanım, 
Atam, 
Ben bu yazıyı yazarken, senin cennetteki 76.yılını doldurmana, tam bir saat var... Hem yaşamayı, hem de yaşatmayı bildiğin için, 
batmış bir güneşin tekrar doğmasına vesile olduğun için, 
kendi kişisel hayatından ziyade, bir ulusa, bir millete tüm ömrünü verdiğin için, 
dünya üzerinde bırakılacak maddi ve manevi anlamdaki en büyük mirası bizlere bıraktığın için, 
kendin ölsen de, ilmini ve fikirlerini daima yaşattığın için, 
sana minnettarım, borçluyum...
Huzur içinde yat Atam, Gazim ve Öğretmenim... 

3 Kasım 2014 Pazartesi

Çizgi Dışı: Az Bilinen Müzik Grupları #1

Sleep Dealer, instrumental müzik yapan bir Moskova kökenli grup...

İki albümüne YouTube sayesinde denk geldim ve çok beğendiğimi söylemek istiyorum...

Birincisi albüme de ismini veren "The Way Home" şarkısıydı... Çok kaliteli bir parça...
Parçayı dinledikten sonra da albüme göz attım... Zaten öyle uzun bir albüm de değil, beş güzel şarkı barındırıyor...


İkincisi ile bu albüm aracılığı ile denk geldiğim "Imminence" albümü... Bu albümde ise yedi tane şarkı var ve albüme isim veren şarkı ilk sıraya konmuş... Gayet kaliteli bir instrumental albüm...



25 Ekim 2014 Cumartesi

Galatasaray - Dortmund

Bu yazıda skoru konuşmayacağım, çünkü anlatmaya değer bir şey yok... Ben maça giderken yaşadığım rezaleti, ülkemizin düzen konusundaki amatörlüklerini ve daha alakasız şeyleri anlatacağım...


Ama şunu belirtmek istiyorum, maçtan önce herkese 4-0 yenileceğimizi söylediğimde herkes benimle dalga geçmişti, burası TTArena demişti... Sanki biz bilmiyoruz TTArena neresi...
Okulumdan yola çıkmaya hazırlanırken arkadaşım aradı beni, Passolig'den koltuğu benim hesabıma aktaramadığını söyledi... Biz maalesef Passolig rezaleti yüzünden, her maç tek tek, benim koltuğumun da onun hesabında gözükmesinden ötürü, bana ait olan koltuğu, benim hesabıma yolluyorduk... Bir çeşit sıkıntılar da doğuruyor bu, aynen bu maçta olduğu gibi... Süper Lig'de birkaç maç bu şekilde koltuğu bana aktarmıştı, ama bizim asıl amacımız koltuğumuzu sezonluk olarak, bütün devretmekti ki bunun için de Passolig müşteri hizmetlerini hem ben, hem de o en az elli kere taciz etmişizdir, ancak bir sonuç çıkmadı...
Bu maça da bileti devredememenin verdiği telaş ile erkenden çıktık ikimiz de... Ama İstanbul bu, trafiği izin verir mi? Birinci köprüyü geçince bize "Dur!" dedi elbette... Mecidiyeköy'den, 4. Levent'e 45 dakikada gidebildik... Sonra arkadaşım da ikinci köprüden gelirken onu bekledik... Bu süreçte Passolig sistemini yürürlüğe koyan federasyona da hem içimden hem dışımdan sayamadığım kadar küfretmişimdir... Sorunumuzu oradaki Passolig görevlilerine de defalarca anlattık... Önce o gelmeden, ben tek başıma sorunumu dillendirmeye çalıştım, ama maalesef aynı telefondaki tavsiyelerinden vazgeçmeden, onları tekrar etmeye devam ettiler... Ben kendi kimlik numaramı, Passolig kartımı onlara verdim, tek istediğim koltuğu aktarmalarıydı, ama başaramadılar... Daha sonra arkadaşım geldi, o da benim söylediklerimi tekrar dillendirdi, onun kartına da baktılar... Daha sonra daha yetkili biri geldi yanımıza aşırı ısrarlarımız sonucunda... İkimizin Passolig kartı ve kimliğimizi önündeki masaya koyarak yaklaşık 9-10 dakika süren bir konuşma yaptı telefonla... Sonrasında bizi nihayet sevindiren haber geldi... Kim bilir kaç kişi daha bizim gibi sırf biletini aldığı maça girmek için bin çile çekiyordur...
Maça yaklaşık 1 saat kalmıştı biz de stada girdik büyük heyecanla... Her ne kadar kaybedeceğimizden emin olsam da, asla köstek olmak için orada bulunmadım... Oyunu beğenmediğim zaman sustum, asla sahada oynayanlara ya da onları kenarda yöneten antrenöre sövmedim... Çünkü benim lûgatımda taraftar, destekçidir... Durmadan eleştirip, sahadaki oyuncuları veya oyunu yermek, aşağılamak ya da onlara sövmek için fırsat kovalamaz...
Maç için koltuğuma geldiğimdeyse yine bu Passolig yüzünden olsa gerek, stadyumda kale arkaları haricinde taraftar neredeyse yok denilecek kadar az sayıdaydı...
Maça az bir zaman kalmışken yan tribünler ve benim de bulunduğum güney tribün dolmaya başladı... Sağ üst tarafımızda misafir tribünde, maça gelirken de otobüslerde gördüğüm çok sayıda Dortmund taraftarı vardı... Maça az bir zaman kalmışken, daha yaptıkları ilk tezahüratlarda onlara hayran kaldım... Hepsi çok aşırı bir düzen içerisinde alkış, bağırış ve tezahüratlarına uygun hareketler yapıyorlardı...


Maç için oyuncular sahaya çıktığında Arena'daki en kaliteli ve anlamlı kareografiyi açtı Kuzey Odeabank tribünü... Vangelis'in Conquest of Paradise müziği ile müthiş bir bütünleşmesi oldu aynı zamanda... Ardından Şampiyonlar Ligi'nin o ihtişamlı müziği eşlik etti kareografiye...
Maç başladıktan sonra kendi tribünümde yüzüme aşina olmayan, çok büyük bir ihtimalle de oradan kombinesi olmayan kişiler koltukların üzerine çıkıp tepinmeye başladı... Aşırı duygusal bir millet olduğumuzdan dolayı, çoğu zaman, hatta her zaman mantığımızı yitirip, saçma sapan işler yapıyoruz... Daha önceki maçlarda sürekli, sahayı göremedikleri için koltuklara çıkan taraftarlar vardı, onları normal karşılamıştım bir yere kadar... Ancak koltukların üzerine çıkıp tepinmek, üçlüde zıplamak kadar zeka dolu(!) bir hareket görmedim ben maalesef... Kulübün paralar yatırıp, Avrupa'nın üst düzey sayılan stadyumları kadar kaliteli bir stadyum yaptırmış, otur diye kaliteli koltuklar yerleştirmiş, sen üzerinde tepiniyorsun... İnsanların oturması amacı ile yapılan koltuklarda tepinmek ne kadar mantıklı?.. Ben ilk andan tahmin etmiştim, ama pratikte görmeyi planlamıyordum, yakınımdaki sıralarda 40. dakikaya kadar 3 koltuk kırıldı ve birisinde tepinen taraftarlardan biri yere dengesiz şekilde düştü maalesef... En üzüldüğüm şey de o tribünde rastgele yerlere oturan kişilerin, koltuğun asıl sahibini düşünmeden hareket edecek kadar rahat olabilmesi... Gelecek hafta sonu Galatasaray içeride Kasımpaşa ile oynayacak ve eğer koltuk yapılmaz ise, o koltuğun asıl sahibi sırf yerinde bulunmadığı için koltuksuz kalacak...
İki golü yedikten sonra aşırı terbiyeli taraftarımız kendi tribününü tehdit etti, "Bağırmayan taraftar s.... gitsin!"... Halbuki o ana kadar yaratıcılıktan nasibini almamış taraftarımız o yıllar önce Hıncal Uluç'un 90 Dakika programında anlattığı gibi son derece ruhsuz şekilde, "Saldır Galaatasaraaay" tezahüratını yapıyordu... Güzel tezahürat yapın, eşlik edelim!.. Açıkçası artık "Saldır Galatasaray" ı duyduğumda eşlik etmek gelmiyor içimden... Dortmund taraftarı sağ tarafımda muhteşem işler çıkarırken bunu da daha rahat anladım... Gerçekten tüm maç boyunca muhteşem bir "tezahürat nasıl yapılır?" dersi verdiler Dortmundlular... Zaten Reus'un golünden sonra bizim tribün sustu... Ben golü alkışladım... Bu sene hiç maçını izlemediğim bir Dortmund'da şut çekme ihtimali olan adamları ve onların nasıl savunulması gerektiğini gayet iyi biliyorum ama... Ama bizim savunmamız, Almanların son zamanlarda çıkarmış olduğu en tehlikeli şutörün önünü açık bırakıyor maalesef...
Devre arası oldu, bizim suskun ve her şeyden şikayet eden taraftarımız nihayet oturdu... Ama nereye, koltukların sırtına, çünkü açılan bölümde 45 dakika ayakta durdukları ve temizlemeye üşendikleri için koltuğun onları rahat ettirecek değil, rahatsız ettirecek bölümüne oturmayı tercih ettiler, dahiyane bir fikir daha...
Devre arasında skor tabelasında, aynı saatte oynanan Şampiyonlar Ligi maçlarının kısa özetleri gösteriliyordu... Galatasaray Dortmund maçının özeti gelince misafir tribünün ne yapacağını merak ediyordum, ilk iki gol gösterilirken sessiz kaldılar ama Reus'un golünde hep bir ağızdan "Tooooor!" (Almanca'da gol) diye bağırdılar ki bu bizim taraftarı biraz kızdırdı tabii ki...
İkinci yarı boyunca ise bizim tribünler sessiz kaldı... Ben de maçtan ziyade, Alman tribününü izleyip, büyülenmeye devam ediyordum... Dakikalar 78'i gösterirken stadyumdan çıkma kararı aldık ve arabaya gittik... Radyoda, Adrian Ramos'un dördüncü golü attığını duyduğumda ise sevindim, hakettiğimiz dört yemekti... Maç başında düşündüğüm skorun olması da beni mutlu etti... Fenerbahçe galibiyeti göz boyarken, aslında hiçbir oyun oynamamışken, oyuncular sanki Sneijder olmasa gol atabilecekmiş gibi kendilerini dev aynasında görünce de bu skor da kaçınılmaz oldu...
Yeni başkan ile oyunun düzelmesi temennim...

17 Eylül 2014 Çarşamba

Kriz...

İki yüzlü Galatasaray Taraftarı'na ya da taraftar olduğunu zannedenlere...
Maçın başında, Selçuk'a oley çektirmek için tribünlere çağırdınız... "Bu taraftar seninle gurur duyuyor!" dediniz... Ama adam 70. dakikada sahadan ayrılırken anasına sövdünüz... Ama o adamın sakatlanmadan 3 sezondur devamlı, bıkmadan usanmadan, kart cezası bile almadan, ilk 11 olarak oynadığını ve onun bir makine olmadığını unuttunuz...
Burak Yılmaz'a bencil dediniz, maçta bulduğu tek pozisyonda şut çekmek yerine pas çıkardı, gene sövdünüz... "Niye vurmadın lan mal!" oldu bu kez...
90. dakikada, bir şekilde olsa da gol attı... Soyadı anons edilince yuhaladınız...
Yalakalık yapmaya gelince, maç başı kadrolar okunurken, stadyumda "SARIIII" diye anons yapılırken, "VEYSEL!" demek yerine, "KIRMIZIII" diyerek eğlendiniz... Tribüne çağırırken, "Veysel Sarı Kırmızı!" diye çağırdınız... Ama adam 2 kere top kaybedince ne anası kaldı ne kardeşi kaldı...
Zaman zaman Teknik Direktör'den daha tecrübeli oldunuz kendinizce, zaman zaman daha zeki oldunuz... Çünkü futbolu en iyi siz biliyordunuz...
Chedjou takıma alındığında, sakat sakat oynarken ve adaptasyon sürecindeyken adamın ırkına sövdünüz... "Seni aldıran hocayı da seni de..." diye başlayan cümleler kurdunuz... Şimdi ise baş tacınız oldu...
En önemlisi de, maça geldiniz ama, desteklemek yerine, "Galatasaray bir gol yese de sövüp tüm stresimi şuracıkta atsam..." zihniyeti ile tribünleri doldurdunuz... 70. dakikada gol yediğimizde, daha ligin 2. haftasıymış, form tutmakmış diye düşünmeden kendi evinizde kendi sarı-kırmızı formalı oyuncularınızı yuhaladınız... Ama rakip takım topu alınca ıslıklarınız hiç duyulmuyordu nedense...
Siz Galatasaray taraftarı olduğunuzu sandınız ama, aslında başarının tarafındaydınız... İyi günde formayı giyip, kötü günde çıkarıp atardınız...
Maçın başında, "Başarılar gelir geçer, asaletin bize yeter..."di... Ama maçın sonunda oyunculara kusulan kinler, ağızlarda küfürler ve alınan tavırlar olurdu arda kalan...


14 Eylül 2014 Pazar

Fotoğraflar Konuşur: Selçuk İnan



Beş kişilik bir baraj... Kaleci Muslera barajın solunda... Yani kalenin boş olan kısmı sağ tarafta... En tetikte olması gereken kişi kim?.. Tabii ki barajın en sağındaki kişi... Ama o kişi ne yapıyor?.. Ben bile çözemedim... Ama bu fotoğraf, Selçuk İnan'ın son yıllardaki düşüşünü, formsuzluğunu o kadar iyi anlatıyor ki... Fotoğraftaki Selçuk sanki bitmiş, hali kalmamış, adım atacak dermanı bile kalmamış birisi... 2 sene önceki Selçuk ile alakası bile yok maalesef...

Genel Bakış: Premier Lig


Teknik ve Taktik

 Van Gaal gibi büyük bir teknik direktörü anlamak güç açıkçası. Sakatlıklar baş gösterse de, o kadar para harcamanın karşılığı 3 maçta 2 beraberlik, 1 mağlubiyet olmamalıydı. Tabi ki kırmızı şeytanlar toparlanacaktır ancak genel bir bakış yaptığımızda bu sene Chelsea işi alıp götürecekmiş gibi bir tablo var. Man Utd bu tabloda Mavileri nasıl yakalar güç doğrusu.



Başta Falcao, Di Maria, Herrera ve Shaw olmak üzere, bu yeni isimler katkıda bulunmadığı sürece United tekrar yerinde sayar ve harcanan bu yüksek rakamlar bir dünya devinin çöküşüne sebep olur. Örneğin, Abramovic Diego Costa'ya çok çıtır bi rakam vererek büyük işler başarıyor. Bunun yanında bir çok yıldızıyla da işi götürüyor. Liverpool, Luis Suarez'in gidişinden sonra toparlanma sürecinde gibi. Arsenal ise müthiş orta sahasıyla ayakta kalmasına karşın ilerideki Welbeck transferiyle nokta atışı yaptı. Manchester'ın mavi yakası ise bu sene Sergio Agüero ve Jovetic'in ayağına bakıyor.

İngiltere Premier Lig: Gol Krallığı - 4. Hafta



Geçen sene bu dönemlerde Luis Suarez'in çıkışını izlemiştik... Şimdi ise Diego Costa bu işi devraldı... Suarez'in olmayışı da Liverpool'a zor günler yaşatacak gibi duruyor... Costa da, maç başına 1.75 gibi muazzam bir gol oranı ile oynuyor...

Kaynak : LigTV


13 Eylül 2014 Cumartesi

Lige Yaralı Başlıyoruz...

Bugün 13 Eylül Cumartesi... Akşam saat 20:00'de Galatasaray, Eskişehirspor'u evinde ağırlayacak... Seyirci yok... Cesare Prandelli'nin planları vardı belki ancak birileri tarafından sürekli yolumuza engel üstüne engel koyuluyor... Felipe Melo yok... Geçen sezon sakatlıklardan sanki az çekmişiz gibi bu sezonun daha ikinci maçında takımı ateşleyecek iki unsurumuzu elimizden aldılar... Felipe Melo iki maç sahada olmayacak... Bunun yanında sezon başlangıcında form kazanmamızda önemli bir yere sahip olan bir maçta, ligin güçlü sayılabilecek ekiplerinden Eskişehirspor'a karşı taraftarımız olmadan mücadele edeceğiz... Açık konuşmak gerekirse zorlu bir maç bizi bekliyor... Sene başında kürsülere çıkıp: "Artık seyircisiz, sadece kadın ve çocukların izlediği maçlar olmayacak. Tribün kapatma uygulamasına başlıyoruz." diyen Demirören'in lafının da ne kadar değersiz olduğunu teyid etmiş oluyoruz böylelikle... Süper Kupa'da Manisa'ya gidip Volkan'ın koruduğu kaleye madde yağdıranlar yüzünden hem Arena seyircisi hem de Galatasaray takımı mağdur duruma düşüyor böylelikle...
Ancak önümüze koyulan engelleri aşarsak, aynı 2012 sezonunda olduğu gibi haklı bir şekilde şampiyonluğa her şeye rağmen yürüyebiliriz...

Maça gelecek olursak, Eskişehirspor'da her zamanki gibi tehlikeli olacak isim Erkan Zengin... Avrupa Kupası elemelerinde Avusturya'ya karşı İsveç Milli Takım forması giyen Erkan Zengin o maçta takımı adına hem çok şık, hem de grubu adına takımına bir puanı getiren golü kaydetmişti... Formda bir Erkan olacaktır Eskişehirspor takımında...
Bunun yanında Eskişehirspor'dan alınan Tarık Çamdal'ın yokluğu Eskişehirspor savunmasında sıkıntılar doğurabilir...
Tüm bunlara rağmen Eskişehirspor'un çok zengin bir ortasaha kadrosu var... Raheem Lawal, Erman Kılıç, Serdar Özkan, Özgür Çek, Erkan Zengin ve Hürriyet Güçer gibi ligin tecrübeli isimlerinden oluşuyor ortasaha oyuncuları...

Galatasaray'da ise yeni transfer edilen 3 ismin kadroda ne şekilde yer bulacağı henüz belirsiz... Selçuk İnan'ın Milli Takım'daki etkisiz duruşu nedeni ve Felipe Melo'nun eksikliği Dzemaili'yi ilk 11'de oynamaya zorlayacak gibi duruyor... 4-3-3 ile ortasaha'da Selçuk - Yekta ve daha gerilerinde Dzemaili kullanılabilecek gibi duruyor... Savunmada Semih Kaya'nın yokluğunda Hakan Balta'nın oynamasını bekliyorum... Veysel - Chedjou - Hakan - Tarık/Telles şeklinde bir dörtlü çıkabilir...
En ilerideki üçlü hakkında bir tahminim yok, Prandelli bir sürpriz yapıp Pandev'i de koyabilir, ya da Burak ve Bruma'yı oynatabilir... Bekleyip göreceğiz...

Zorlu bir karşılaşma bizi bekliyor...


10 Eylül 2014 Çarşamba

Millet Olarak Sorunluyuz... Altyapı, Çalışma, Karanlık Gelecek...

Dün iki karşılaşma izledim... İki spor dalında milli olarak iki takımımız ülkemizi temsil ettiler... Basketbolcularımız, çeyrek finalde, futbolcularımız ise ön elemede baş gösterdiler... İki maç da dışarıdaydı... Başlarda işler ikisinde de iyi gidiyordu... Ama bir sorun olduğu o kadar bariz ki... Hangisinden başlasam emin de olamıyorum...

Millet olarak çok çabuk karar verip, çok çabuk kabul ediyoruz bazı şeyleri... Kolay ile yetiniyoruz, zora gelince "eyvallah" çekiyoruz... Daha fazlayı gereksizlik olarak algılıyoruz... Olayın gelişimine göre, hemen birilerini göğe çıkarıyoruz ya da tam tersi bir sonuçta direk yerin dibine gömüyoruz... Karar mekanizmamız çok sığ çalışıyor... At gözlüğü ile bakıyoruz çünkü... "Sorumluluk benim üstüme kalmasın aman!" psikolojisi ile hemen birilerine suç atma gerekliliği duyuyoruz... Ağzımızla çok laf yapıyoruz ama işi uygulamaya gelince tüm o laflar kapılar ardında kalıyor... Çözüm süreci diye bir şey yok bizde millet olarak... Her şey hemen, derhal, anında, çabucak çözülsün istiyoruz... Beklemeye tahammülümüz asla yok...

Millet olarak böyleyiz ve bu milletin sporcuları da aynı psikolojiyi tanıyarak ve belki de bunları kendilerine görev edinerek gelişiyorlar... Hemen karar verme sorunu onlarda da baş göstermeye başlıyor... Bir maç iyi oynayan genç oyuncu "ben oldum!" zannediyor... Zirvede olduğunu zannediyor... Önünde uzun bir yol olduğunu hemen orada unutuveriyor... Çalışma disiplini olmadan büyüyorlar, çünkü altyapı sağlam değil... Herkesin kafası şuna çalışıyor, "kolay yoldan köşeyi nasıl dönerim?", "kolay parayı nasıl elde ederim?"... Dün izlediğim haber bülteninde Fatih Portakal çok güzel bir laf etti... Dedi ki; "Millet olarak parayı çok seviyoruz, cezalar para cezası olsa insanlar hemen akıllanır."... Katılmamak elde değil... Böyle bir zihniyetin yetiştiği toplumda sporcular da aynı kafa ile büyüyor, yetişiyor... Herhangi bir spor dalında, Galatasaray'a, Fenerbahçe'ye, Beşiktaş'a transfer olan sporcular paranın madenini bulduğunu sanıyor... Olay onlar için artık bitiyor o anda... İstikrar diye bir şey yok... Verilmeyen altyapı, aşılanmayan sporculuk ilkeleri, başarıya değil paraya odaklı gelişim, kendini dev aynasında görme ve tembellik tüm sporcularımızı ve spor dallarımızı mahvediyor maalesef...

Yıl 2000, Galatasaray UEFA Kupasını alıyor... Teknik Direktör Fatih Terim... Türkiye'de bu tip bir başarıya imza atan ilk teknik direktör... Kendisi ve oyuncuları büyük bir ego içerisine bürünüyorlar... Kendisi ve oyuncuları o yıl sonunda takımdan dağılıp yurt dışına futbol oynamaya gidiyorlar... Arif Erdem, Hakan Ünsal, Hakan Şükür, Emre Belözoğlu, Okan Buruk, Fatih Akyel ve Fatih Terim kupayı kaldırıp takımdan ayrılanlar... Bir de kupayı kaldırmayan Tugay Kerimoğlu var, aklınızda bulunsun... Arif Erdem, Fatih Akyel ve Hakan Ünsal gittikleri takımlarda 10 maç bile oynayamadan geri dönmek durumunda kalıyor... Fatih Terim Fiorentina ve Milan'ı çalıştırıyor ancak elle tutulur bir başarısı olmadan geri dönüyor... Çalışma disiplini daha üstün olan Hakan Şükür'ün Avrupa Macerası daha uzun sürüyor... Onlardan yaşça daha genç ve yetenekli olan Emre Belözoğlu Avrupa'da daha uzun süre iş yapıyor... Okan Buruk da üç sezonda 25 maçta forma giyebiliyor en fazla ve geri dönüyor... Şimdi gelelim Tugay'a... Kupayı kaldırmayan Tugay önce Glasgow Rangers'a gidiyor, tüm sezon boyunca takımının vazgeçilmezi oluyor ve oradan da Premier Lig'in yolunu tutuyor... Blackburn Rovers'a imza atıyor 2001 yılında... 2009 yılına kadar son derece istikrarlı bir şekilde Blackburn formasını terletiyor... Öyle ya, jübilesinde on binler Tugay'ın maskesini takıyor, göz yaşları sel olup akıyor... Tugay sahayı turlarken koca stadda onun ismi anılıyor... Çünkü o, kupayı almanın verdiği gereğinden fazla özgüveni ve egoyu genç yaşında hiç tatmamış oluyor...


Tugay bu konudaki tek örnek değil... Beşiktaş'ın efsane şampiyonluğunda en ön sırada olan Sergen, İlhan Mansız ve Tümer Metin yıllar geçtikçe dibe vuruyorlar... Kariyerlerini bitirdikleri takımlara bakmanız yeterli... İlhan Mansız Japon Ligi'ne gidiyor Ankaragücü'nde bitiriyor kariyerini... Tümer Metin olaylı transferinden sonra Yunanistan'ın alt sınıf bir takımında futbolu bırakmak zorunda kalıyor... Sergen, Etimesgut Şekerspor'da bitiriyor kariyerini... Peki o şampiyonluktan bir sene önce takımdan ayrılan Nihat Kahveci ne yapıyor? Önce Real Sociedad'ın gol kralı oluyor, daha sonra Villarreal'e altın dönemini yaşatıyor ve onun oynadığı senelerde Villarreal ilk kez Şampiyonlar Ligi'ne katılıyor... Zamanında Türk oyunculara uygulanan yabancı statüsünü İspanya Ligi'nde kaldırmak için verdiği uğraşlar neticesinde Türk futbolcusu La Liga'da yerli statüsünde oynama şansına erişiyor... 2008'de Çek Cumhuriyet'ini deviren iki golü atıyor... 2010 yılında Şampiyonlar Ligi'nde Porto'ya 35 metreden füze gibi bir şutla gol atıyor... Kalitesini hiç düşürmeden futbolu 33 yaşında bırakıyor...


2003 yılında Galatasaray'ın UEFA'yı kaldıran kadrosunun oyuncularından bazıları yuvaya geri dönüyorlar... Hepsinde ayrı bir ego... Fatih Terim geçiyor takımın başına... Rezil maçlar çıkıyor ortaya... Şampiyonlar Ligi'nde Nihat'ın oynadığı Real Sociedad'ı bile yenemiyoruz, ne içeride ne de dışarıda... Grupta üçüncü olup UEFA'ya düşüyor... UEFA'da da düştüğü üçüncü tur maçında Villarreal'e eleniyor... Yediği bir gol orta sahadan... Gençlerbirliği bile o sezon UEFA'da Sporting Lisbon ve Parma'yı yenerek dördüncü turu görebilmiş, ama bizimkiler Villarreal'e boyun eğmek zorunda kalmış...

2007 yılında Fenerbahçe'ye efsane Arthur Zico geliyor... Yüzüncü yılında takımı devralıyor Zico... Fenerbahçe çok kaliteli kadro kuruyor... Deivid, Lugano, Kezman, Edu geliyor takıma... Sezon sonlarına doğru Galatasaray şampiyonluk yarışından tam anlamı ile kopuyor... Fenerbahçe, Şampiyonlar Ligi'nde Dinamo Kiev'e elenip UEFA'ya düşüyor ve orada da üçüncü turda AZ Alkmaar'a boyun eğiyor... Ama sezon sonunda ikinci Beşiktaş ile arasında dokuz puan fark ile şampiyon oluyor... Zico omuzlarda... Göğe çıkarılıyor Brezilyalı...
Sonraki sezon başlıyor, Galatasaray yeniden yapılanıyor... Takımın başına Karl-Heinz Feldkamp geliyor... Fenerbahçe ise flaş bir transfer ile Roberto Carlos'u kadrosuna katıyor... Sezon başlıyor, Galatasaray ve Fenerbahçe de dişe diş gidiyor ligde... Avrupa'da ise Galatasaray sezon ortasında UEFA Kupasında grubundan çıktıktan sonra eşleştiği Leverkusen'den beş gol yiyor, eleniyor... Fenerbahçe ise Inter, PSV ve CSKA'nın olduğu gruptan ikinci olarak çıkıp üst tura gidiyor Şampiyonlar Ligi'nde... Sevilla'yı deviriyor... Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek finale çıkma başarısı gösteriyorlar... Chelsea'ye bir gol fark ile kaybediyorlar... Ligde ise Galatasaray'ın direnişi ile 6 puan fark ile Galatasaray şampiyon oluyor... Sezon sonu ne yapıyorlar? Zico'yu kovuyorlar... Çünkü başarı, ligdeki şampiyonluktan ibaret bizim millet için... Fenerbahçe tarihinin Avrupa'daki en büyük başarısını alsan da fayda etmiyor...


O yaz ayında EURO 2008'de boy gösteriyoruz... Teknik direktör Fatih Terim... Üçüncü olduğumuz 2002 Dünya Kupasından sonra katılabildiğimiz ilk turnuva... İstikrar yerlerde... Yine de grubumuzdaki heyecanlı maçlar sonucunda, Çek Cumhuriyeti ve İsviçre'yi geride bırakarak ikinci olarak çıkıyoruz... Arda ve Nihat skor üretiyor... Takımdaki herkes formda... Hırvatistan maçında inanılmazı gerçekleştirerek, maçı 120. dakikada çevirmeyi başarıyoruz ve penaltılarda da kalecimiz Rüştü'nün tecrübesi ile turu geçiyoruz... Yarıfinalde Almanya ile karşılaşıyoruz, ancak son dakikada bir anlık dalgınlığımızı çok iyi değerlendiren Almanlar finale çıkıyor...

Yıl 2010, Ertuğrul Sağlam Bursaspor'un başında, gençlerle dolu bir kadro ile sezona başlıyor... Tam bir kontra atak kadrosu kuruyor Ertuğrul Sağlam... Sağda Volkan Şen, solda Ozan İpek, forvette Sercan Yıldırım ve onlara pozisyon hazırlayan Pablo Batalla... Bu kadro ile sezonun sonuna kadar çabalıyorlar ama öldürücü darbe Şükrü Saraçoğlu'nda alınan kritik Fenerbahçe galibiyeti ve son maçta da Trabzonspor'un Fenerbahçe'ye geçit vermemesi ve Bursaspor'un evinde Beşiktaş'ı devirmesi ile Anadolu'dan ikinci bir şampiyon çıkıyor... Genç ve yetenekli bu oyuncular imkansız olarak görüleni başarıp kupayı kaldırıyorlar... Müthiş bir gurur kaynağı... Ama bu oyuncular oyunlarını bir üst seviyeye taşımak yerine, oldukları yerde saymayı tercih ediyorlar, hiçbir gayret göstermiyorlar, sonucunda 25-27 yaş aralığında vasat bir Anadolu futbolcusu olmaktan öteye geçemiyorlar...

O sezonun sonu basketbol milli takımımız ülkemizde dünya şampiyonasına katılıyor... Yetişen altın jenerasyonumuzun tecrübeyi de kazanması ile çok zengin bir kadro oluşuyor... Avrupa tecrübeli Kerem Tunçeri, Ender Arslan, NBA tecrübeli Hidayet Türkoğlu, Ersan İlyasova ve ligin en tecrübelilerinden Ömer Onan, Kerem Gönlüm ve Sinan Güler var kadroda... Ama en önemlisi alttan yetişen daha genç ve kaliteli oyuncuların da kadroda bulunuyor olması... Semih Erden, Ömer Aşık, Barış Ermiş ve Cenk Akyol gibi... Evimizde katıldığımız şampiyonada, Fransa, Sırbistan gibi güçlü ekipleri devirip finale kadar geliyoruz... Rakip dünyanın en kaliteli takımı olarak gösterilen ABD... En tecrübeli oyuncularımız ile geldiğimiz finalde rakibin en genç oyuncusu tüm takımımızı deviriyor... Kevin Durant, turnuva MVP'sini alıyor ki turnuvanın yıldızı o zaman daha 21 yaşında... Altyapı çok önemli...


2010 yılında Galatasaray UEFA Avrupa Ligi elemelerine katılıyor... Rakip Ukrayna temsilcisi Karpaty Lviv... Zorla son dakikaya taşınan maç, Aydın Yılmaz'ın golü ile birden Galatasaray lehine dönüyor... Ama yukarıda da söyledim, çok erken karar veriyoruz, kendimizi birden göğe çıkarıyoruz... 2008'de son dakikada atarken, üç yıl sonrasında ise son dakikada yiyoruz... Genç Emre Çolak'ın o anlık tecrübesizliğinden ötürü diğer 9 takım arkadaşı gerideyken tek başına topla rakip alana gitmesinden ötürü kaybettiğimiz top, geri dönerek Hakan Balta, Servet Çetin ve Ufuk Ceylan'ın bakışları arasında kalemize giriyor... UEFA'dan eleniyoruz ki bu daha fiyasko olacak bir sezonun sinyallerini en baştan veriyor... Kötü sonuçlar sonrası Rijkaard'ın hesabı kesiliyor, 8. hafta... Fenerbahçe derbisi var ve Hagi ikinci kez Galatasaray'ın başına geçiyor... Peki sezonun ortasında Teknik direktör değiştirmek kötü sonuçlara dur diyebiliyor mu gerçekten? Sadece geçici başarı elde ediliyor malesef... Kanayan yaraya makyaj yapıp, göz boyamaktan farkı yok maalesef... Hagi geliyor... Uzun zaman sonra Şükrü Saraçoğlu'ndan puan çıkarıyoruz... Elano, Misimovic, Pino, Kewell varken arkasına Mustafa Sarp'ı koyunca en fazla bu kadar oluyor... Sene içerisindeki kötü sonuçlar devam ediyor... Ucuz ama iş yapan birkaç oyuncu alıyor Hagi... Culio, Kazım, Stancu ve Yekta takıma katılıyor... Sezonun sonlarına gelinirken, Hagi'ye de yol görünüyor... Sezonun içinde ikinci kez teknik direktör kovarak profesyonelliği en alt seviyeye çekiyoruz... Bülent Ünder'in ilaç olacağını umuyoruz... O yılın flaş ismi Burak Yılmaz, gol krallığına gidiyor... Trabzonspor ise şampiyonluğa... Galatasaray Arena'da oynadığı Trabzonspor maçında resmen Burak Yılmaz'a gol atması için yol açıyor... Neden?.. Çünkü sen şampiyon olamadıysan, ezeli rakibin de olmasın ki senin şampiyon olamaman göze daha az batsın... Çünkü profesyonellik çıtası en alt seviyede o sırada... Sezon sonu nihayet geliyor... Galatasaray 7. oluyor... Arena'nın açılış sezonuymuş, kimin umurunda?.. Burak Yılmaz gol kralı oluyor... Trabzonspor ise averaj ile şampiyonluğu kaçırıyor...


Galatasaray kabus gibi bir sezonu geride bıraktıktan sonra Fatih Terim geliyor takımın başına, UEFA Kupası'ndan sonra ikinci kez... Ünal Aysal yeni başkan seçiliyor... Yepyeni bir kadro kuruluyor... Felipe Melo, Selçuk İnan, Tomas Ujfalusi, Emmanuel Eboue, Fernando Muslera, Johan Elmander, Albert Riera, Engin Baytar ve iki sene önce kupa kaldıran Sercan Yıldırım... Arda'ya İspanya'dan teklif geliyor... Kendini geliştirebilmesi için büyük şans... Kendisi de bu şansı görüp teklifi kabul ediyor... Ancak taraftar kıyameti koparıyor... "Bizi sattın!" diyor, Arda'yı yerin dibine sokuyor... Çünkü dün "Sana yakışır Paris Hilton!" diye tezahurat yapıp, "Büyük Kaptan" denilen Arda, Galatasaray taraftarlarınca protesto ediliyor... Hani diyorum ya, hemen göğe çıkarıp, hemen de yerin dibine sokuyoruz diye... Bu oyuncular ile işler tıkırında gidiyor... Gayet güzel geçen sezonunda devre arasına yaklaşırken forvet sıkıntımız patlak veriyor... Baros sakat ve Sercan yetersiz kalıyor... Özellikle Sercan kendini bir üst seviyeye taşımak için en ufak çaba sarfetmiyor... Maç önceleri etrafına top toplayıcı gençleri çağırıp bozuk para toplama muhabbeti yapabiliyor... Tecrübeli Necati alınıyor takıma... Nokta transfer yapılıyor... Az ve öz... Necati, ligin ikinci yarısında çok kritik 8 gol kaydediyor ve şampiyonlukta çok önemli bir rol oynuyor... Ancak şampiyonlukta takım olmanın payı çok büyük... 

Bir sonraki sezon ise, Galatasaray kadroyu bozmadan Hamit Altıntop, Burak Yılmaz, Umut Bulut ve Amrabat'ı kadroya dahil ediyor... Fenerbahçe ise ciddi transferler yapıyor, Dirk Kuyt, Raul Meireles, Mehmet Topal, Joseph Yobo, Egemen Korkmaz ve genç yetenek Salih Uçan... Bu sezona iki takım da çok istekli başlıyor... Lig maçlarından ziyade, iki takımda Avrupa maçlarında çok iyi performanslar sergiliyor... Galatasaray Manchester United'ı içeride yeniyor... Braga'yı dışarıda yenip, çamurlu Cluj maçından gerekli puanı çıkarıp gruptan ikinci çıkmayı başarıyor... Fenerbahçe ise Marsilya ve Mönchengladbach'ın olduğu grubu lider tamamlıyor... Devre arası oluyor... Galatasaray, Wesley Sneijder ve Didier Drogba'yı kadrosuna katarken, Fenerbahçe de Pierre Webo, Reto Ziegler ve Emre Belözoğlu'nu kadrosuna katıyor... Galatasaray, Schalke'yi eleyerek çeyrek finalde Real Madrid'in rakibi oluyor... Deplasmandaki 3-0'lık mağlubiyetin ardından evimizde aldığımı 3-2'lik skor yetmiyor ve çeyrek finalde Avrupa yolculuğunu sonlandırıyoruz... Fenerbahçe ise Avrupa Ligi'nde Lazio'yu çeyrek finalde devirip, yarıfinalde Benfica'ya boyun eğiyor... Başarının sahibi Aykut Kocaman... Şampiyonluk yok, sezon sonu kovuluyor...

Takvimler 2013 yılının Eylül ayını gösteriyor... Ünal Aysal ile Fatih Terim'in arası gergin... Orta seviye, kontra atak zihniyeti ile oynayan bir takımı yöneten Abdullah Avcı milli takımın başına koyulduğu için sonuçlar normal olarak kötüye gidiyor... Vaziyet kötü, yeni arayışlar içerisinde TFF... Fatih Terim'e teklif yapılma olasılığı gündeme geliyor... Galatasaray sezona normal bir şekilde başlamışken Kasım ayına geliniyor... Şampiyonlar Ligi'nde çıkmasının imkansız olarak öngörüldüğü bir gruba düşüyor Galatasaray... Real Madrid, Juventus ve Kopenhag rakipler... İki şampiyonlukla beraber egosu yine tavan yapan Fatih Terim Avrupa macerasına kötü bir başlangıç yapıyor... Altı ay önce yendiği Real Madrid'den altı gol yiyor... Sanki bu anı bekliyormuş gibi, Fatih Terim kayışı koparıyor... İki şampiyonluğun verdiği özgüven ile başkana posta koyuyor ve Milli Takım'a imza atıyor... Mancini geliyor takımın başına... Sezonun ortası sayılabilecek bir zaman.... Zorlu gruptan Galatasaray'ı ikinci çıkarıp, üst turda Chelsea ile eşleşiyor... Ancak takım yokları oynuyor ve Chelsea evinde çok rahat bir galibiyet alıyor... Sene sonu, Galatasaray bir Türkiye Kupası ve Süper Lig ikinciliği elde ediyor... Mancini yollanıyor... Çünkü 7 ayda takımı adam etmesi bekleniyordu... Sabırsızız... Şampiyon olan Fenerbahçe teknik direktörü, Ersun Yanal kovuluyor... Çünkü nedeni bilinmiyor...

Fatih Terim Milli Takım adına son oyunları oynuyor 2014 Dünya Kupasına katılmak adına... Ancak iki Süper Lig oyuncusunun hazırladığı atakta, Dirk Kuyt'un asistinde kendi oyuncusundan gol yiyor... Son umutlar da tükenmiş oluyor... EURO 2008'e katılmamız sonrasında, önce 2010 Dünya Kupası,  sonra EURO 2012 ve son olarak 2014 Dünya Kupasına da gidemiyoruz... İstikrarımız yine yerlerde... 

Fenerbahçe ve Galatasaray'a yeni teknik direktörler geliyor... Çünkü her sene mutlaka yeni birisi olmalı(!)... Cesare Prandelli Galatasaray'a, İsmail Kartal Fenerbahçe'ye geliyor... 2012 yılından beri üzerine bir şey koymayan Selçuk İnan, yaşı ilerledikçe top kontrol etmekte iyice kötüleşen Burak Yılmaz, "Yerli kuralını sonuna kadar destekliyorum." beyanında bulunan ama asla vasatın üstüne çıkamayan Yekta Kurtuluş ve yabancı kuralı yüzünden aktif bir alternatifi bulunmadığı için kendini geliştirme gereği duymayan Alex Telles'in yokları oynadığı maçta Fenerbahçe, Galatasaray'a Süper Kupa maçında bariz üstünlük gösteriyor... Dünya Kupası'nda ülkesini temsil edip dönen Muslera maçın adamı oluyor, iki penaltı kurtarıyor... Ama kendini geliştirme gereği görmeyen oyuncular penaltıları birer birer kaçırınca kupa Fenerbahçe'nin oluyor... 

Takvimler nihayet Eylül 2014'ü gösteriyor... Basketbol'da Dünya Şampiyonası'na katılıyoruz... Ancak neredeyse turnuvanın en büyük yaş ortalamasına sahip takımıyız... 36'lık Kerem Gönlüm'ün kaptanlığında, çoğu dört sene önce final oynayan kadrodan oluşan yeni kadro ile turnuvaya başlıyoruz... Kadro zenginliğimiz bu sefer çok kısıtlı... Grubun son maçında son saniyede Cenk Akyol'un attığı üçlük ile maçı uzatıp, sonrasında kazanıyoruz... ABD'nin bulunduğu gruptan ikinci olarak çıkıyoruz... Bir sonraki turda rakibimiz Avustralya... Hakem ve rakip oyunculara rağmen maçı bir şekilde galip bitirmeyi başarıyoruz... Çeyrek Final'de rakibimiz Litvanya... Basketbolu kaliteli bir ülke... Maça iyi başlıyoruz... Ancak rakibin üçlüklerine engel olamıyoruz... Kadro kısıtlılığından dolayı Ömer Aşık çok fazla süre almak durumunda kalıyor... Dört faulü dolunca kollarını aşağı indiriyor... Kelime anlamı ile teslim olma eylemi yapılırken kollar yukarı kaldırılır... Çok ironik... Ömer kollarını aşağı indirince takım olarak herkes teslim oluyor... Dört yıl önce final oynayan jenerasyondan sonra yeni bir jenerasyonun daha toplanamaması aslında çok normal... Çünkü altyapı yok, istikrar yok...

Aynı gün, Türkiye A Milli Futbol Takımı, EURO 2016 için İzlanda'da ter döküyor... Fatih Terim, çok alışılmadık olan 3-4-2-1 taktiği ile bir takım çıkarıyor sahaya... Kalede Onur var, çünkü Volkan yapmış olduğu vukuatlardan ötürü Milli Takım'a alınmıyor... 4 ay önce İspanya'da kupa kaldırmış olan Arda Turan'ın özgüveni tavanda... Galatasaray'daki ilk şampiyonluğundan beri üzerine koymayan Selçuk ve iyice tekniğini kaybeden Burak da sahada... Rakipte ise Serie A'da onuncu olmalarına rağmen takım olarak Inter'den sonra en çok gol atan takımın orta saha yükünü çeken Hallfredsson ve Tottenham'ın orta saha oyuncusu Gylfi Sigurdsson var... Rakip korneri çok kaliteli kullanıyor... Onur'un da yan topları zayıf... Bir geliyor, iki geliyor, üçüncüde golü yiyoruz... Kontra atağa çıkacakken bakıyoruz ki kupa kaldıran Arda pas vermek yerine adamı ikinci kez çalımlamanın derdinde... Kontra bitiyor, Arda gerideki Emre'ye pas atmak zorunda kalıyor... İkinci yarıda ise üzerine gelen sert şutu ters tarafa çeldiği için top kalenin içine yuvarlanıyor, fark ikiye çıkıyor... Son golde ise Onur sadece topa bakabiliyor...

Geldiğimiz nokta malesef bu... Bunca yıldan da ders alamıyorsak, kesinlikle bariz bir problem var... Başka milletlerin Eden Hazard'ı,  Andrea Pirlo'su hep daha iyisi için çabalarken bizim milletin Ahmet'inin, Mehmet'inin küçük bir başarıya tav olması ve onunla yetinmesi malesef gelişimin en büyük engeli... Bu engel aşılmadıkça da kalıcı başarı sağlanamayacak gibi gözüküyor...



7 Eylül 2014 Pazar

6 Eylül 2014 Cumartesi

Demirören'in Kazığı...

Yeni sezon başlamadan önce kürsülere çıkıp konuşmalar yapıp, artık saha kapanma cezasının tarihe karışacağını, maçları artık kadın, çocuk seyircilerin seyretmesinin gerek olmayacağını söylerken, dışarıdan dinleyen bizlere de mantıklı geliyordu... PassoLig uygulaması ile herkesin fişleneceği, suçu işleyenin ceza alacağı söyleniyordu...

Saha kapanmanın olmayacağı, onun yerine tribün kapatma cezasının olacağı söylendi... Biz de kek gibi inandık tabi buna... Şimdi bugün 6 Eylül 2014... Karar dün onandı, Galatasaray bu sene evinde oynayacağı ilk maç olan Eskişehirspor maçını "Seyircisiz", evet evet, tekrar edelim, "SEYİRCİSİZ" oynayacak... Çünkü aşırı zeki federasyon verdiği kararları unutup, eski tip karar almaya devam edebiliyor... Bunun yanında verilen 250 bin Lira para cezası da, Seyircisiz + 100 bin Lira'ya çok rahatlıkla çevrilebiliyor... Zaten ismi lekelenmiş zatların bulunduğu bir oluşumdan mantıklı ve doğrucu kararlar beklemek hayal olurdu...


29 Ağustos 2014 Cuma

Transfer Dosyası (TOP 5 - ORTA SAHA)


Gerçekten zorlandım bu transfer sezonunda 5 ismi belirlemekte. Birbirinden önemli yıldızlar ve yıldız olmaya aday olan gençler bir bir transfer oldu. Futbolda adeta bir ülkenin işçileri konumunda bulunan orta sahalar bir takım için beyin demektir. Ve işte karşınızda bazı yüksek rütbeli beyinler... Bir de Umut arkadaşıma yapacağım süpriz bir isim.
                                                             
                                                                TOP 5 - ORTA SAHA

                                                  5 - XABI ALONSO


Liverpool'da yıldızı parlayan İspanyol süperstar daha sonraki sezonlarda Real Madrid'e transfer olarak gündeme oturmuştu. Orda geçirdiği yıllar içerisinde bir çok kez kupa kaldıran başarılı orta saha oyuncusu 8 milyon € karşılığında Bayern Münih'in yolunu tuttu. Ara paslarıyla,hedefe gönderdiği toplarla ilerideki oyuncuları rahatlıkla pozisyona sokabilir ve Alman devinin dominasyonunu devam ettirebilir.



4 - TONİ KROOS

Tam bir Alman,tam bir orta saha. Panzer tabiri bu tarz oyuncular için tam yerinde duruyor adeta. Hem genç,hem yetenekli nokta transfer. Fiyatının 30 milyon € olması da cabası. Bu fiyata müthiş yetenek. İlerleyen yıllarda dünya futbolunun en üst düzeyi olacağı hiç şüphesiz. İşte Toni Kroos...


3 - JUAN MANUEL ITURBE & SALİH UÇAN

Bu iki yıldız adayıda artık Roma'nın askerileri. Biri kanadı otobana çevirirken,diğeri orta sahayı dar ediyor rakip takıma. Salih'in ara paslarına hareketlenecek olan Iturbe şimdiden bu ikilinin çok iyi işler başaracağını göstermiş durumda. Müthiş bir sol ayağa sahip olan Iturbe mesafe tanımayan frikik gollerine ek olarak, duran toplardaki başarılarıyla da asist krallığına göz kırpabilir.

                                                   

Salih ise ip ince sağ ayağıyla,bileklerine hakimiyetiyle,oyun mentalitesi ile oyunu okuyup her zaman doğru yerde duracağını ve zamanında oyuna ağırlığını koyabilen bir isim. Bize tekrar İtalya'yı sevdirecek olan bu iki futbolcu ileride dünya yıldızlarının arasına katılacaktır.

                                                     

                                        2 - ANGEL Dİ MARİA
  Eğer Manchester United takımının 7 numarasına sahipseniz, siz gerçekten bir yıldızsınız demektir. Kimler geldi kimler geçti o forma numarasından. En son sahip olanı ise Arjantinli melek lakaplı Angel Di Maria. Her iki kanatta da oynayabilen Di Maria, Manu için bir doping gibi. Fiyatının 75 Milyon € olması gerçeği dudak uçuklatsa da bu oyuncu bilekleriyle,hızıyla golleriyle bu parayı hak ediyor. Son kırmızı şeytan olan Angel Di Maria'ya başarılar...

1 - JAMES RODRİGUEZ

Bir çoğumuz onu Porto'dan tanırdı.Fabrika gibi işleyen transfer politikası sonucunda Fransa'nın köklü kulüplerinden olan Monaco, birinci lige yükseldikten sonra paranın gözünün yaşına bakmayarak James'i kadrosuna kattı. Orada 1 sene oynadıktan sonra,dünya kupasında boy gösteren Kolombiya'lı yıldız,turnuvada attığı klas gollere ek olarak yaptığı asistlerle altın ayakkabının sahibi oldu. O altın ayakkabı dünya devinin kapılarına açtı. Tam tamına 80 milyon € karşılığında Real Madrid'e transfer olan James Rodriguez,TOP 5 listesinde ilk sırada yer alarak bu yazın en gözde orta saha transferi oldu.



28 Ağustos 2014 Perşembe

Transfer Dosyası (TOP 5-DEFANS)

Öncelikle belirtmek isterim ki böyle bir transfer dönemi daha görmedim ben. Hayranı olduğumuz futbolculardan tutun fiyatı dudak uçuklatan oyunculara kadar neredeyse hepsi simgesi olduğu kulüplerden bir bir düştü.Bunların başında kulüp bazında ; Real Madrid,Atletico Madrid,Bayern Münih,Chelsea,Manchester United,Borussia Dortmund,Barcelona,Roma,Milan,Liverpool... Büyük kulüpler büyük futbolculara sahipken büyük oyuncular alarak daha da büyüdüler.İşte bu yaza damga vuran oyuncular ;

TOP 5-DEFANS

5 - ELIAQUIM MANGALA

Bir stopere ek olarak daha ne olabilir ki ? Ayaklarına hakim,vücudunu iyi kullanan,rakibine yapışan,topu kapmak için varını yoğunu koyan çok sağlam bir stoper. Fiyatına gelecek olursak Manchester City tam tamına 40 milyon € ödeyerek oyunucuyu kadrosuna kattı. Bu fiyat bu oyuncuya biçilir mi derseniz size diyeceğim şey : 23 yaşında kapı gibi stoper. Bana kalırsa en fazla 30 ederdi. Umarım aldığı parayı hakeder mavileri bu sene şampiyonluğa taşıyan isim olur.




4 - MARCOS ROJO


Yaşı 24 olmasına rağmen hem Arjantin milli takımında çok iyi işler yapıyor hem de rüyalar tiyatrosuna adım atıyor. Manchester United, Rojo için 20 milyon € ödedi. Parasının hakkını fazlasıyla verebilecek yeteneklere sahip olan Marcos, kesici,atak ve vücut dilini sahaya yansıtan iyi bir stoper. Kırmızı şeytanlarda uzun süre görev yapar.




3-FİLİPE LUİS

Atletico Madrid'in sol kanadını adeta kanat yapan ve takımını sol kanattan uçuran Filipe'yi bu sene İngiltere'de Chelsea forması altında izleyeceğiz.20 milyon € gibi bir rakamı tam yerinde bulduğumdan ötürü Abramovic ve yönetimi kutlamak gerek tam fiyatına transfer. Ashley Cole'ün ayrılmasından sonra bu sene sol bekte Filipe Luis'i izleyeceğiz. Gözümüzün pasını silecek olan Filipe'den umudumuz vuruş özelliğini bir tık üste çıkarması.



2 - THOMAS VERMAELEN

Yıllarca Arsenal'in kalesi olan Belçikalı yıldız artık katalanlar için ter dökecek. Transfer olduktan sonra sakatlık skandallarının patlak vermesini bir kenara bırakırsak Barcelona yaşlanan takımını yenileme projesine iyi bir adım atmış oldu. Sağlığı el verdiği sürece 37-38 yaşına kadar oynar. Fiyatına gelecek olursak 10 milyon €'ya bitirilmiş bir tranfer görüyoruz. Güzel iş,iyi stoper...


1- DAVİD LUİZ

Bu adamı anlatmak zordur.Forvete koy sırıtmaz,frikik atsın gol olur,orta sahadan adam geçirmez,en iyi stoperde olur istese. Belki kaleyede koyulabilme özelliğide vardır. Brezilya milli takımında yaptıklarından tutun senelerce Chelsea'nin vazgeçilmezi oldu ama para tekrardan haklı çıktı. PSG tam tamına 50 milyon € ödeyerek adeta dudak uçuklattı. David Luiz bu parayı hakeder mi derseniz en fazla 35 milyon eder. Çok para,çok iyi oyuncu. Başarılar...