6 Mart 2015 Cuma

İki Zıt Renk ve Yanlarındaki Kendine Has Sarı...



İlk canlı izlediğim derbi, 2003 yılında Atatürk Olimpiyat Stadı'nda oynanan ve 2-2 biten derbiydi... Galatasaray'ın zor yıllarıydı... Hatırlarım, eskiden gazetede puan durumunda birinci olan bir Galatasaray vardı, ancak o zamanlar, Galatasaray üçüncülük ve dördüncülük arasında gidip geliyordu... Tabii o zamanlar buna bir anlam veremiyordum... Futbol o zamanlar benim adıma sadece iki ucunda iki kalenin var olduğu, topun peşinden 20 adamın koştuğu, amacın gol atmak olduğu bir oyundan ibaretti... Bu yüzden de ölümüne rekabet, ezeli rakibin ile kanlı bıçaklı olma gibi olgular kafada hiç yoktu, düşünemiyordum öyle şeyleri...

21 Eylül 2003'te Olimpiyat Stadı'nda oynanan bu maç, 2-2'lik maç aslında diğer derbilere göre, hiç alışık olunmayan tarzda bir maçtı... Eylül ayında oynanmasına karşın, bir pazar günü bu maç saat 4'te başlamış ve gündüz havada oynanmıştı... Aklımda kalan en olaysız, dostça derbiydi... Kırmızı kart yok, kavga yok, galip gelen yok ama bol gol var... İlginçtir ki bütün goller de kafa golüdür bu maçta... Ancak bu maçtan sonra bir daha bu derece olaysız bir derbi izleyemedim desem yeridir...

Yıllarca, bir Galatasaraylı olarak Fenerbahçe derbilerinden önce sürekli tedirgin oldum... Hagi'yi canlı izleme şansım olmadı... Ancak rakipte Alex vardı... Her derbiden önce Alex'ten korkardım... Bizde İliç oldu, Lincoln oldu, Elano oldu, Misimoviç oldu... Ancak hiçbiri rakibe bir Alex kadar gözdağı vermedi, veremedi... Ya yeterli olamadılar, ya da maç içinde bu derbinin baskısının altında ezildiler... Hele ki Şükrü Saraçoğlu'nda baskı yüzünden rezil bir oyun ortaya koyanlar dahi oldu...

Psikolojik olarak, oyuncular sürekli medyada, sahada ve kamera arkasında birbirlerine baskı kurmaya çalıştılar... İki takımın da formasını giymiş Emre Belözoğlu, Galatasaray altyapısından beri formayı giyen Sabri Sarıoğlu gibi oyuncular, sürekli olarak karşı tarafı kışkırtan tarzda sahada rakibe üstünlük kurmaya çalıştılar...

2006-07 sezonunun ilk derbisinde, Saraçoğlu'nda Galatasaray teknik direktörü Eric Gerets'in alnına yabancı madde atıldı ve maç boyu alnı kanadı... Nefret tohumları, sonuna dek ekiliyordu... Bu maçtan 17 hafta sonra, bu kez Fenerbahçe Ali Sami Yen'e geliyordu... Fenerbahçe iki golü de iki stoperi ile bulunca o nefret tohumlarının birikimi ve maçın tansiyonu da eklenince kayış koptu... 19 Mayıs'ın adına hiç ama hiç yakışmayacak bir biçimde, maç savaş alanına döndü... Fenerbahçe'nin kazandığı her korner, her taç, her aut atışı oyunun durmasına sebep oluyor, tribünler sürekli olarak uyarılıyordu... Ancak dinleyen yoktu... Maç bitene kadar, tribünlerdeki tüm şişe ve bardaklar sarı lacivert formalı oyunculara fırlatıldı... Yeşil zemin, temizlenmemiş, çöplük dolu sokaklara döndü...


Bu maçı televizyondan izleyen ben, hem bu ezik oyuna, hem de taraftarların yaptığı bu rezil hareketlerden bıktım ve maçı 50. dakikadan sonra izlemeyi bıraktım... Çünkü bu, 2003'te Olimpiyat'ta izlediklerimin tam anlamıyla zıttıydı... Tahammül edemedim... Bu maç da ligin son 3 maçından biriydi o yıl yanlış hatırlamıyorsam... Faturası ise ağır oldu... Galatasaray 2007-08 sezonunun ilk 5 evsahibi olduğu maçında seyircisiz oynayacaktı...

Yazın karar verdim ve kombine aldım o yıl... İlk 5 maç gidemeyecektik belki ama, yine de, UEFA Kupası maçları da vardı nihayetinde... Evsahibi olarak seyircisiz izlediğim o ilk iki maçta da Lincoln şahane iki gol atmıştı... Herkes aklından geçiriyordu, "Fener'e gözdağı verecek adam bu!"... Hem Lincoln dediğin adam Schalke maçında da Fenerbahçe'ye goller atmıştı değil mi?..

Galatasaray Lincoln'ü alırken, ezeli rakip Roberto Carlos'u takımına getiriyor, takımda bir Brezilyalılar grubu oluşuyordu... Deivid, Vederson, Roberto Carlos, Alex, Aurelio ve Edu yanına diğer bir Güney Amerikalı Lugano'yu da alarak iyi anlaşan, takımı yükseltecek bel kemiğini oluşturuyordu...

O sezon, Galatasaray ve Fenerbahçe ligde karşılaştığı iki maçın yanı sıra, kupada da eşleşerek 4 maç yapmış oluyorlardı...

Saraçoğlu'ndaki maç, yine baskıdan ötürü, Galatasaray pozisyona dahi giremiyordu... Neticede maç 2-0 evsahibinin üstünlüğü ile bitti... Türkiye Kupası'nda 3 Şubat 2008'de yeniden Saraçoğlu'na giden Galatasaray bu sefer o tedirginliği üstünden atarak, daha iyi, rakibinden üstün bir oyun oynasa da galibiyet çıkmıyordu... Bu maçın rövanşında Ali Sami Yen'de maç Hakan Şükür'ün golü ile başlamış, Gökhan Gönül'ün golü ile sürüyordu ki, Lugano ve Gökhan Gönül'ün kırmızı kart görmesi işi çığrından çıkardı... Galatasaray 90+1'de golü buluyordu belki, ama olaylar yine tavan yapıyordu... Adeta bir olay adamı olan Volkan, Lincoln'e Ali Sami Yen'de diz atıyordu... Taraftar veya oyunculardan çekincesi yoktu, çünkü Ali Sami Yen'de rakibi baskıya alma tabiri, yıllar önce kaybolmuştu bile...


Sonraki sezonda ise, Saraçoğlu'na gelen Galatasaray o kadar korkak oynamıştı ki, Lincoln ilk dakikada golü atmasına rağmen, o korkuyu üstünden atamayan ve baskıya yenik düşen Galatasaray, maçın kalan bölümünde 4 gol yiyerek sahadan 4-1 mağlup ayrılmıştı... Bu maçın Ali Sami Yen evresi de vardı tabii ki... Yine, olayların ardı arkasının kesilmediği, Ali Sami Yen... Futbol adına hiçbir şey göstermeyen oyuncular, çıkan bir kıvılcımın ardından takımlar halinde kavga etmeye, dövüşmeye başladı... Top nerede, kale nerede, yine unutuldu... Derbi, yurtdışı televizyonları tarafından canlı yayından kesildi, çünkü insanlar futbol izlemek istiyorlardı, kavga değil... En tatsız derbilerden biriydi...


İki futbolcu, iki Brezilyalı, olanlara orta sahadan baktılar, "biz nereye geldik?" der gibi... Çünkü onların asıl işi futbolu gollerle, şutlarla taçlandırmaktı, yumruklarla değil... Eminim ki, o gece maçta Alex de olsa bu ikilinin yanında olan biteni uzaktan izlerdi...

***
***
***

Pazar akşamı, yine bir derbi var, sezonun ikinci Galatasaray - Fenerbahçe derbisi... Maç Kadıköy Şükrü Saraçoğlu'nda... Ben yeşil çimlerde, güzel futbol ve efendilik görmek istiyorum... Çünkü bize böyle öğretildi... Bu oyunun amacı kazanmak, ancak kazanmak uğruna kendini kaybetmek, dostlukları kaybetmek, kanlı bıçaklı olmak hiçbir zaman yakışmaz... Bize böyle öğretilmedi...
Metin son maçında, formasını Can ile değişirken, İnönü'de taraflı tarafsız herkes alkışlarken... Metin sarı-lacivert, Can sarı-kırmızı olurken... Bize öğretilen, iyi oyun, iyi insandı...


Birinin adı Metin...
Diğerinin adı Can...
Metin adını Can'dan alır...
Güçlüdür, kuvvetlidir, Metin'dir...
Can, kişi Metin olduğunda değerlidir...
Metin kişiye daha çok Can verir...

"Bizi sevenleri üzmeyelim baba... Bizi sevenlere ihanet etmeyelim..."
Metin Oktay, 1957